batı Hollywood'daki o dairede
genellikle kentin
en berbat kancıklarıyla
takılıyordum.
kadın düşmanı olarak konuşmuyorum.
arkadaşlarım bana,
"aklını başına topla, ne yapıyorsun?" derlerdi.
yollular, katiller, mankafalar.
vücutları, saçları, bacakları,
organları vardı
ve genellikle
elbise ve topuklu ayakkabı giymiş,
içki ve sigara içip
haplanan
bir köpekbalığıyla
oturmaktan farksızdı.
geceler gündüzlere erir, gündüzler
gecelere yığılırdı
biz saçma sapan konuşup
arada sırada
tatsız tutsuz
düzüşürken.
alkol ve muhtelif haplar
yüzünden, sık sık
hayallere kapılırdım -içlerinden birinin
altın kalpli altın kız olduğuna,
beni kahkaha ve aşk dolu
o altın yola sokacağına dair
örneğin.
loş ve dumanlı ışıkta
saçlar olduğundan
daha güzel, bacaklar
daha biçimli görünür,
konuşmalar insana daha anlamlı ve
daha az hırçın gelirdi.
iyi kandırdım kendimi, hatta içlerinden
birine, en kötülerine
aşık olduğuma bile
inandırmıştım kendimi.
yani, olumsuzluğun alemi ne?
içer, haplanır, gün batımına ve
gün doğumuna dek birlikte kalır,
sekiz ya da on saat
aralıksız Scrable oynardık.
ne zaman işemeye gitsem
cüzdanımdan ihtiyacı olan parayı çalardı.
hayatta kalmayı iyi bilirdi,
kancık.
her ne yapıyorsak
onunla geçen
52 saatlik bir maraton seansından
sonra, "fikrimizi değiştirmeden Vegas'a
gidip evlenelim!" dedi.
"diyelim ki evlendik,
sonra ne olacak?"
"o zaman her istediğinde
alabilirsin," dedi bana.
ihtiyacı olan parayı çalmasına
izin vermek için
işemeye gittim.
döndüğümde yeni bir şişe
şarap açtım
ve konuyu bir daha
açmadım.
ondan sonra
eskisi kadar sık gelmez oldu,
ama başkaları vardı.
bazen birden fazlaydılar.
ikişer ikişer gelirlerdi.
arka avluda
yaşlı bir keriz olduğu haberi
yayılmıştı, bedava içki veriyor
ve cinsel talepte bulunmuyordu.
(gerçi bazen bana bir hal olur
bir tanesini kapıp
terli bir at sikişi attırırdım,
ama daha çok, hala yapıp yapamadığımı
merak ettiğim için.)
postacının kafasını karıştırıyordum.
verandada eski bir kanepe vardı ve
pek çok sabah geldiğinde
ben, mesela bunların iki tanesiyle
orada oturuyor olurdum,
sigara içip gülüşerek
otururduk o kanepede.
bir gün beni yalnız yakaladı.
"kusura bakma," dedi, "ama sana
bir şey sorabilir miyim?"
"elbette."
"zengin olduğunu sanmıyorum..."
"hayır, meteliksizim."
"bak," dedi, "ben
ordudaydım, bütün dünyayı
gezdim."
"öyle mi?"
"ve senin kadar çok
kadını olan başka bir adama
rastlamadım.
sürekli farklı bir kadın var yanında,
ya da farklı iki kadın..."
"ne olmuş?"
"sırrı ne?
yani, beni bağışla, ama biraz
yaşlısın ve Kazanova olduğun da
söylenemez."
"çirkin bile sayılırım."
mektupları bir elinden ötekine aktardı.
"sırrın ne?"
"müsait olmak."
"nasıl yani?"
"kadınlar sürekli el altında olan erkeklerden
hoşlanırlar."
"hı," dedi, sonra turunu tamamlamak üzere
uzaklaştı.
övgüsünün yararı olmadı bana.
sandığı kadar iyi değildi gördüğü.
o kancıkların varlığına rağmen
tekdüze anlamsızlıklar, umutsuzluk,
ve daha da kötü duygularla dolu
kutsallıktan uzak
dönemler yaşanıyordu.
yerime döndüm.
telefon çalıyordu.
kadın sesi duymayı
umdum.
- ( İlham Perisine Oynamak S: 164 / 165 / 166 / 167 / 168 / 169 )
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder