29 Ekim 2017 Pazar

KAÇIŞ

açlık nefesinin koktuğu ve parkta
kuğuları seyrettiğin gün,
hakikaten fena bir gün sayılmazdı,
dönüp duran kuğuları seyretmek,
sessizdi,
kuğuların tüylerine bakmıştın, boyunlarına,
gözlerine.
bir an için bir tanesini
yakalamayı, öldürmeyi ve yemeyi
düşünmüştün,
ama pişirebileceğin bir 
ocağın bile yoktu.
yapamayacağını da biliyordun
zaten.
pek çok şey vardı
yapamadığın.
bu yüzden bir parkta
açlıktan ölmek üzereydin.

sonra sesleri duymuştun, üzerinde 
yazlık bir elbiseyle bir genç kız, yanında 
erkek arkadaşı vardı ve
gülüyorlardı.

onlara bakmış ve ölü
kılmıştın onları ,
mezara sokmuştun,
kemikleri görmüştün,
kafataslarını.
sonra çimden kalkıp
onları kuğularla baş başa
bırakmıştın.

çıkmıştın parktan,
bulvardaydın,
yürümeye başlamıştın,
yürümek anlamlı geliyordu
ve fena bir gün
sayılmazdı,
bir gün daha,
kaldırımda yürünen,
dünya yan yatmış
zihninde-
beyaz bir ışık
patlaması.
yalnız olmanın 
muhteşem
bir mucize
olduğuna karar vermiştin.
başka hiçbir şeyin
anlamı yoktu.


- (  İlham Perisine Oynamak  ; S: 45 / 46  )

SON

cenaze arabası kafası kesiklerle, kayıplarla, yaşayan
kaçıklarla dolu olarak odanın içinden geçiyor.
sinekler insanın üstüne tutkal gibi yapışıyor.
kanatlarını
kaldıramıyorlar.
yaşlı bir kadının kedisini süpürgeyle
dövüşünü izliyorum.
sıcak dayanılır gibi değil,
tanrının
pis bir numarası.
tuvaletin suyu
buharlaşmış
telefon sessiz
çalıyor,
küçük esnek kol çanın üstünde
titreşiyor.
bisiklete binmiş bir çocuk
görüyorum,
jant telleri
çöküyor,
lastikler yılana dönüşüp
eriyorlar.
gazete fırın sıcaklığında,
sokaklarda insanlar birbirlerini
nedensiz öldürüyorlar.
en kötü adamlar en iyi işlere sahipken
en iyi adamlar en kötü işlerde çalışıyorlar ya da
işsizler ya da
akıl hastanelerine kapatılmışlar.
4 konserve kutusu yiyeceğim kaldı.
klimalı birlikler evden eve
odadan odaya gidip
insanları tutukluyor, vuruyor,
süngülüyorlar.
biz bunu yaptık kendimize, bunu
hak ediyoruz.
açmaları gerekirken
açma zahmetine katlanmayan çiçeklerden farkımız yok
ve güneş beklenmeden
usanmış gibi,
güneş bizden umudunu kesmiş bir
beyin sanki.
arka balkona çıkıp
ölü bitkilerden oluşan denize bakıyorum,
yeni dikenler ve dallar titreşiyor
esintisiz gökyüzünde.
bir şekilde seviniyorum tükenmiş
olmamıza-
sanat eserleri,
savaşlar,
çürümeye yüz tutmuş aşklar,
her günü yaşayış biçimimiz,
birlikler buraya ulaştığında
ne yapacakları umurumda değil,
yataktan kalktığımız her gün
kendimizi öldürdük zaten.
mutfağa dönüp
yumuşak bir konserve kutusundan
biraz kıyma boşaltıyorum, neredeyse
pişmiş,
oturup
yiyorum, tırnaklarımı
seyrediyorum,
kulaklarımın arkasından
ter damlıyor ve
sokaklardan silah sesleri geliyor,
çiğniyor ve merak etmeden
bekliyorum.


- ( Günler Tepelerden Aşağı Koşan Vahşi Atlar Misali ; S: 185 /  186 / 187 )

21 Ekim 2017 Cumartesi

EN İYİ DOSTUM

pansiyon farelerinin marş müziği eşliğinde
sürüklerken
mukavva bavulumu
ya çok sıcak olurdu hava
ya da dondurucu soğuk

ya hatunlar
dolar savaşçılarına aşıktılar
ve ben eyalet eyalet
dolanıyordum mukavva bavulumla
Teksas, Arizona, Louisiana, Georgina,
Florida, Güney Carolina...

yemiştim kafayı
iptaldim
aşikar olana
yüzleşemiyor
kirli şiltelerin üstünde
cin içip
alkole alıştırıyordum
tahtakurularını

intihar planları yapıyor ve
çuvallıyordum,
üçüncü sınıf işlere girip
çıkmaya başladım ve
umursamayan ve benden daha zeki
birilerinin paramparça ettiği
hedeflerdi sanki
saatler

Tanrı'ya gidemezdim
beni kurtarması için
ama  Tanrım ne biçim
devirdim
şişeleri

hiçliğin nehrine akan
yüzlerce
şişe

ve içkinin kötülükleri üstüne
dilediğinizi söyleyebilirsiniz
ama onsuz hayatta katlanamazdım
sıçan gözlü ustabaşılarıma

tatil ve sigorta
ile yetinen
işçilere

köleliklerinin farkında
olmadan
kendilerini şanslı sayan
adamların
esaretine.

şişe
sadece şişe
ve şişeler sayesinde
katlanabildim
herşeye

gün boyunca
tekrar odama döneceğim
geceyi düşlerdim
ayakkabılar
çıkartılmış
karanlıkta
yatağa uzatılmış
şişenin kapağını açıp
o ilk yudumu almak

kokuşmuşluğu
çürümüşlüğü
üstümden atarak
bir sigara yakar,
duvarlara ve ayışığına
aşık,
bu pis oyunu içime çektikten sonra
uzağa üfler
ve şişeye uzanırdım
gene

zayıf değil
ama güçlü;

sıkı bir yudum alıp
şişeyi yere bırakarak

herkesin
olasılıkları
altetme
yöntemi
farklıdır.



- ( Bana Aşkını Getir ; S: 176 / 177 / 178 )

SERÇE GİBİ

hayat vermek için hayat almalısın,
ve elemimiz kısa ve kot düşerken
milyar-kanlı denizin üstüne,
boylu boyunca ölmüş çürümekte olan ve
çevrenin manzarasına karşı ayaklanan
beyaz bacaklı, beyaz karınlı yaratıklarla çevrelenmiş
tehlikeli biçimde içe dönük resiflerin yanından geçtim.
sevgili çocuğum, ben sana sadece serçenin
sana yaptığını yaptım; genç olmanın moda olduğu bir zamanda
yaşlıyım; gülmek moda olduğunda ben ağlarım.
sevmek daha az cesaret gerektirirken
senden nefret ettim.



- ( Günler Tepelerden Aşağı Koşan Vahşi Atlar Misali ; S: 14  )

PAMUK MAKARALARIYLA OYNAYAN KÜÇÜK BİR ÇOCUĞUN ELLERİ

   Düş kurmakla geçti ömrüm. Hayatımın anlamı buydu, evet, yalnızca buydu. Sahnemin dışındaki hiçbir şeye dönüp bakmadım. Hayatımda ki en büyük üzüntüler, gönlüme bakan pencereyi açıp oradaki bitip tükenmez kaynaşmayı seyrederek kendimi unutmamla eriyip gitti.

   Baştan beri sadece hayalci olmayı istedim. Yaşamaktan bahsedenleri yarım kulak dinledim. Olduğum yerde olmayana, asla olmadığım şeye ait oldum hep. Ne kadar değersiz olursa olsun, ben olmamak kaydıyla her şeyi şiirsel buldum. Ben, bir tek hiçlik’i sevdim. Düşünü bile kuramayacaklarımı arzuladım sadece. Hayat akıp gittiğini hissettirmeksizin, bana şöyle bir değip geçsin istedim.  Aşktan tek dileğim, uzak bir düş olarak kalmasıydı. Tamamen gerçek dışı olan gönlümdeki manzaralarda bile hep uzaklar cazip geldi, gittikçe silinerek neredeyse ufka dek uzanan su kemerlerinde, manzaranın geri kalanında olmayan bir düş dinginliği vardı; işte bu dinginliğin hatırına sevdim onları.

   Kendime bir düş dünyası kurma saplantısı hiç terk etmedi beni, öldüğüm güne kadar da sürecek. Çekmecelerimin dibine rengarenk makaralar ya da-içlerinde bazen çekmeceye sığmayacak kadar büyük bir atın ya da filin de olduğu- satranç taşları dizmiyorum artık, ama özlüyorum.. bugün düş evrenime, kışın şöminenin köşesinde ısınırcasına, iç dünyamda yaşayan capcanlı yaratıkları diziyorum keyfimce. İçimin derinlerinde yığınla dostum var benim, her biri kendine has, gerçek, sınırları gayet iyi çizilmiş ve hep yarım kalmış bir varlığa sahip.

   Kimi zorluklarla boğuşur bunların, kimi kendi köşesinde, renkli bohem hayatlar sürer. Ticari temsilci olanlar da var içlerinde, daha başkaları kendi köylerinde, kasabalarında yaşar; şehre inerler bazen; bir gün tesadüfen karşıma çıkarlar ve kanım kaynayarak, coşkuyla bağrıma basarım onları. Ve bütün bunları düşlerken, elimi kolumu sallayarak, yüksek sesle konuşarak odamda bir aşağı bir yukarı yürürken- derin bir sevinç dolar içime, tamama eririm, neşeyle zıplarım, gözlerim parlar, kollarımı kocaman açarım kucaklamak için dostlarımı ve elle tutulur, engin bir mutluluk duyarım.

   Hayır, hiçbir hüzün var olmamış şeylerin hüznü kadar işlemez insanın içine. Gerçek zamanda yaşanmış geçmişimi düşünürken, yol kenarına atılmış çocukluğumun cesedine ağlarken hissettiklerim…Bu bile düşlerimdeki mütevazı yaratıkların gerçek olmadığını düşününce bastıran acıya, ağlarken kapıldığım heyecana yetişemez; hatta figüranlara, sahte varlığımla düşlerimde yürürken bir köşe başında ya da hayalimde bin kez inip çıktığım o dar sokaklardan birinde, bir kapı önünde, tesadüfen, bir kerecik gözümün iliştiği insanlara bile içim yanar.

   Bu yaratıklara can vermenin, ayağa kaldırmanın imkansızlığının verdiği üzüntü, düş dostlarımın, bilincimdeki yerlerinden bağımsız olarak, gerçekten var olabileceklerini bir uzama ait olmadıklarını düşününce, işte en çok o zaman Tanrı’ya karşı hınca dönüşür, kurmaca hayatımda neler yaşamışızdır o dostlarımla, hayali kafelerde ne renkli sohbetler etmişizdir.

   Benim dışımda, zerrece var olmamış, ne biçim ölü bir geçmiştir bu içimde taşıdığım. Yalnızca gönlümde gerçek olmuş, küçük köy evinin bahçesindeki çiçekler. O düş çiftlikle sebze bahçeleri, çam ormanları. Düşsel yazlıklar,  hiçbir yerde var olmamış kırlarda gezmeler. Yol kıyılarında ağaçlar, patikalar, çakıl taşları, gelip geçen köylüler….Baştan beri birer birer düştü hepsi, belleğime kazınmış bunca şey sahte bir acı doğuruyor- ben ise, saatlerimi düşlere verdikten sonra, onları düşlediğimi hatırlamakla da saatler geçiriyorum; ve gerçek, melankolik bir üzüntü duyuyorum, gerçek bir geçmişe ağlıyorum ve ciddiyetle, tabutta yatan ölü bir gerçek hayatı seyrediyorum.

Tamamen iç dünyama ait olmayan hayatlar ve  manzaralar da var. Karşısında saatler geçirdiğim, sanat değeri düşük tabloların ya da bazı renkli taş baskıların gerçeğin ötesine geçtiği bile oldu gözümde. Böyle durumlarda daha farklı, daha hüzünlü, daha yakıcı olurdu hislerim. Gördüğüm yerler gerçek olsun ya da olmasın, oralarda bulunamadığıma yanardım. Hiç olmazsa, küçücükken uyuduğum odada asılı duran o küçük gravürde, mehtabın altında uzanan ormanın kıyısına fazladan bir figür olarak çizselermiş beni. Nehir kıyısındaki o ormanda, ölümsüz ay ışığının altında durduğumu, gözlerden uzakta, bir söğüdün eğik dallarının altından kayığıyla süzülen  adama baktığımı düşleyebilseydim. O an, doludizgin düşlere kapılmamak acı verirdi. Çektiğim özlemin yüzü başka olur, umutsuzluğum ellerini başka türlü uzatırdı. Beni işkencelerle kıvrandıran imkansızlığın altında yatan sıkıntı ise farklıydı. Demek hiç birinin ne Tanrı katında bir anlamı vardı, ne de arzularımızın mantığına uygun bir şekilde gerçekleşme olasılığı- bilmediğim bir yerde- üzüntülerimi ve düşlerimi yöneten mekanizmayla aynı özden, dikey bir zamanın içinde. Demek benim için bile yoktu, hiçbir yerde yoktu düşlerimdeki cennet. Düşlediğim dostlarıma, yarattığım sokaklara asla kavuşamayacaktım demek, kendime verdiğim o köy evinde, sabahları o kargaşanın içinde, horozların ve tavukların gıdıklamaları arasında uyanamayacaktım… üstelik her şeyin Tanrı’nın eliyle kusursuzca ayarlanmış, hepsinin var olması için mükemmel bir düzenin kurulmuş olmasına, onlara sahip olabileceğim bir şekle sokulmuş olmalarına rağmen- oysa kendi düşlerim, bu eksiksiz düzene ve şekle ancak, bu zavallı gerçekleri barındıran içimdeki uzamın var olmayan bir boyutunda ulaşabilirdi.


Şu yazdığım kağıttan başımı kaldırıyorum… Vakit henüz erken. Daha yeni öğle olmuş, günlerden Pazar. Yaşamanın verdiği mutsuzluk, bilinçli olma hastalığı bedenimin tüm zerrelerine işliyor, beni bunaltıyor. Huzursuz ruhlar için adacıklar, herkesin keşfedemeyeceği, düşlerine hapsolmuş ruhlara özel, kocamış ağaçlarla çevrili yollar olsa.. Ne zor iş, yaşamaya, az da olsa kıpırdanmaya mecbur olduğumu bilmek, hayatta benim dışımda, benim kadar gerçek başka insanların olduğu gerçeğinin üzerime gelmesine ses çıkaramamak. Mecburen oturmuş, ruhum muhtaç diye, bunca şeyi yazıyorum- ve bunu bile yalnızca düşlemekle, kelimelere, bilince başvurmadan, silikleşmiş, ezgili yeni bir ben yaratarak ifade etmekle yetinemiyorum, oysa içimdekileri gerçekten dillendirdiğimi hissedebilsem gözlerim dolardı, kendi benliğimin yamaçlarından usulca, büyülü bir ırmak gibi akardım, bilinçdışına, Tanrı dışında hiçbir anlamı olmayan uzaklara doğru.



7 Ekim 2017 Cumartesi

SERİN SERİN ESEN BİR DELİ RÜZGAR

bütün suçu babama yüklememeliydim, ama,
çiğ ve anlamsız nefretle
ilk o tanıştırdı beni.
bu konuda üstüne yoktu: herhangi bir şey ve her şey
nefretini kabartmaya yeterdi
ve onu rahatsız eden şeylerin başında
ben geliyordum.
korkmuyordum ondan
ama öfkesi yüreğimi dağlıyordu
çünkü o yaşta dünyamdı benim
ve korkunç bir dünyaydı bu, ama bütün suçu
babama yüklememeliydim çünkü orayı...evi...terk ettiğimde
kopyaları her yerde karşıma çıktı: babam bütünün küçük bir
parçasıydı
sadece, ama tanıdığım insanlar içinde kimse nefret duymada
eline su dökemezdi.
başka ustalar da tanıdım ama: kimi ustabaşılar, kimi berduşlar,
birlikte olduğum kadınların çoğu da iyiydiler
nefret duyma işinde-sesimi, tavırlarımı, varlığımı
bahane edip beni suçladılar başarısızlıkları için,
beni memnuniyetsizliklerinin hedefi yapıp onları
başarısız geçmişlerinden çekip çıkartmadığım için
suçladılar; benim de kendime göre sorunlarım olduğunu
idrak etmeksizin-sorunlarımın çoğu onlarla birlikteliğimden
kaynaklanıyordu.

uysal adamım ben, kolaylıkla nedensiz mutlu, hatta aptalca
mutlu edebilirim ve tek başıma bırakılmaktan
genellikle hoşnutumdur.

ama o denli sık ve uzun zamandır birlikteyim ki
bu nefretle,
tek özgürlüğüm, tek huzurum onlardan uzak
olmak ve başka yerde olduğumda, neresi olursa olsun-
kahve servisi yapan şişman ve yaşlı bir kadın garson onlara kıyasla
serin serin esen bir deli rüzgardır.


- ( Bana Aşkını Getir ; S: 108 / 109 )