Düş kurmakla geçti ömrüm. Hayatımın anlamı buydu, evet,
yalnızca buydu. Sahnemin dışındaki hiçbir şeye dönüp bakmadım. Hayatımda ki en
büyük üzüntüler, gönlüme bakan pencereyi açıp oradaki bitip tükenmez kaynaşmayı
seyrederek kendimi unutmamla eriyip gitti.
Baştan beri sadece hayalci olmayı istedim. Yaşamaktan
bahsedenleri yarım kulak dinledim. Olduğum yerde olmayana, asla olmadığım şeye
ait oldum hep. Ne kadar değersiz olursa olsun, ben olmamak kaydıyla her şeyi
şiirsel buldum. Ben, bir tek hiçlik’i sevdim. Düşünü bile kuramayacaklarımı
arzuladım sadece. Hayat akıp gittiğini hissettirmeksizin, bana şöyle bir değip
geçsin istedim. Aşktan tek dileğim, uzak
bir düş olarak kalmasıydı. Tamamen gerçek dışı olan gönlümdeki manzaralarda
bile hep uzaklar cazip geldi, gittikçe silinerek neredeyse ufka dek uzanan su
kemerlerinde, manzaranın geri kalanında olmayan bir düş dinginliği vardı; işte
bu dinginliğin hatırına sevdim onları.
Kendime bir düş dünyası kurma saplantısı hiç terk etmedi
beni, öldüğüm güne kadar da sürecek. Çekmecelerimin dibine rengarenk makaralar
ya da-içlerinde bazen çekmeceye sığmayacak kadar büyük bir atın ya da filin de
olduğu- satranç taşları dizmiyorum artık, ama özlüyorum.. bugün düş evrenime,
kışın şöminenin köşesinde ısınırcasına, iç dünyamda yaşayan capcanlı
yaratıkları diziyorum keyfimce. İçimin derinlerinde yığınla dostum var benim,
her biri kendine has, gerçek, sınırları gayet iyi çizilmiş ve hep yarım kalmış
bir varlığa sahip.
Kimi zorluklarla boğuşur bunların, kimi kendi köşesinde,
renkli bohem hayatlar sürer. Ticari temsilci olanlar da var içlerinde, daha
başkaları kendi köylerinde, kasabalarında yaşar; şehre inerler bazen; bir gün
tesadüfen karşıma çıkarlar ve kanım kaynayarak, coşkuyla bağrıma basarım
onları. Ve bütün bunları düşlerken, elimi kolumu sallayarak, yüksek sesle
konuşarak odamda bir aşağı bir yukarı yürürken- derin bir sevinç dolar içime,
tamama eririm, neşeyle zıplarım, gözlerim parlar, kollarımı kocaman açarım
kucaklamak için dostlarımı ve elle tutulur, engin bir mutluluk duyarım.
Hayır, hiçbir hüzün var olmamış şeylerin hüznü kadar işlemez
insanın içine. Gerçek zamanda yaşanmış geçmişimi düşünürken, yol kenarına
atılmış çocukluğumun cesedine ağlarken hissettiklerim…Bu bile düşlerimdeki
mütevazı yaratıkların gerçek olmadığını düşününce bastıran acıya, ağlarken
kapıldığım heyecana yetişemez; hatta figüranlara, sahte varlığımla düşlerimde
yürürken bir köşe başında ya da hayalimde bin kez inip çıktığım o dar
sokaklardan birinde, bir kapı önünde, tesadüfen, bir kerecik gözümün iliştiği
insanlara bile içim yanar.
Bu yaratıklara can vermenin, ayağa kaldırmanın
imkansızlığının verdiği üzüntü, düş dostlarımın, bilincimdeki yerlerinden
bağımsız olarak, gerçekten var olabileceklerini bir uzama ait olmadıklarını
düşününce, işte en çok o zaman Tanrı’ya karşı hınca dönüşür, kurmaca hayatımda
neler yaşamışızdır o dostlarımla, hayali kafelerde ne renkli sohbetler
etmişizdir.
Benim dışımda, zerrece var olmamış, ne biçim ölü bir
geçmiştir bu içimde taşıdığım. Yalnızca gönlümde gerçek olmuş, küçük köy evinin
bahçesindeki çiçekler. O düş çiftlikle sebze bahçeleri, çam ormanları. Düşsel
yazlıklar, hiçbir yerde var olmamış
kırlarda gezmeler. Yol kıyılarında ağaçlar, patikalar, çakıl taşları, gelip
geçen köylüler….Baştan beri birer birer düştü hepsi, belleğime kazınmış bunca
şey sahte bir acı doğuruyor- ben ise, saatlerimi düşlere verdikten sonra,
onları düşlediğimi hatırlamakla da saatler geçiriyorum; ve gerçek, melankolik
bir üzüntü duyuyorum, gerçek bir geçmişe ağlıyorum ve ciddiyetle, tabutta yatan
ölü bir gerçek hayatı seyrediyorum.
Tamamen iç dünyama ait olmayan hayatlar ve manzaralar da var. Karşısında saatler
geçirdiğim, sanat değeri düşük tabloların ya da bazı renkli taş baskıların
gerçeğin ötesine geçtiği bile oldu gözümde. Böyle durumlarda daha farklı, daha
hüzünlü, daha yakıcı olurdu hislerim. Gördüğüm yerler gerçek olsun ya da
olmasın, oralarda bulunamadığıma yanardım. Hiç olmazsa, küçücükken uyuduğum
odada asılı duran o küçük gravürde, mehtabın altında uzanan ormanın kıyısına fazladan
bir figür olarak çizselermiş beni. Nehir kıyısındaki o ormanda, ölümsüz ay
ışığının altında durduğumu, gözlerden uzakta, bir söğüdün eğik dallarının
altından kayığıyla süzülen adama
baktığımı düşleyebilseydim. O an, doludizgin düşlere kapılmamak acı verirdi.
Çektiğim özlemin yüzü başka olur, umutsuzluğum ellerini başka türlü uzatırdı.
Beni işkencelerle kıvrandıran imkansızlığın altında yatan sıkıntı ise
farklıydı. Demek hiç birinin ne Tanrı katında bir anlamı vardı, ne de
arzularımızın mantığına uygun bir şekilde gerçekleşme olasılığı- bilmediğim bir
yerde- üzüntülerimi ve düşlerimi yöneten mekanizmayla aynı özden, dikey bir
zamanın içinde. Demek benim için bile yoktu, hiçbir yerde yoktu düşlerimdeki
cennet. Düşlediğim dostlarıma, yarattığım sokaklara asla kavuşamayacaktım
demek, kendime verdiğim o köy evinde, sabahları o kargaşanın içinde, horozların
ve tavukların gıdıklamaları arasında uyanamayacaktım… üstelik her şeyin
Tanrı’nın eliyle kusursuzca ayarlanmış, hepsinin var olması için mükemmel bir düzenin
kurulmuş olmasına, onlara sahip olabileceğim bir şekle sokulmuş olmalarına
rağmen- oysa kendi düşlerim, bu eksiksiz düzene ve şekle ancak, bu zavallı
gerçekleri barındıran içimdeki uzamın var olmayan bir boyutunda ulaşabilirdi.
Şu yazdığım kağıttan başımı kaldırıyorum… Vakit henüz erken.
Daha yeni öğle olmuş, günlerden Pazar. Yaşamanın verdiği mutsuzluk, bilinçli
olma hastalığı bedenimin tüm zerrelerine işliyor, beni bunaltıyor. Huzursuz
ruhlar için adacıklar, herkesin keşfedemeyeceği, düşlerine hapsolmuş ruhlara
özel, kocamış ağaçlarla çevrili yollar olsa.. Ne zor iş, yaşamaya, az da olsa
kıpırdanmaya mecbur olduğumu bilmek, hayatta benim dışımda, benim kadar gerçek
başka insanların olduğu gerçeğinin üzerime gelmesine ses çıkaramamak. Mecburen
oturmuş, ruhum muhtaç diye, bunca şeyi yazıyorum- ve bunu bile yalnızca
düşlemekle, kelimelere, bilince başvurmadan, silikleşmiş, ezgili yeni bir ben
yaratarak ifade etmekle yetinemiyorum, oysa içimdekileri gerçekten
dillendirdiğimi hissedebilsem gözlerim dolardı, kendi benliğimin yamaçlarından
usulca, büyülü bir ırmak gibi akardım, bilinçdışına, Tanrı dışında hiçbir
anlamı olmayan uzaklara doğru.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder