29 Ekim 2017 Pazar

KAÇIŞ

açlık nefesinin koktuğu ve parkta
kuğuları seyrettiğin gün,
hakikaten fena bir gün sayılmazdı,
dönüp duran kuğuları seyretmek,
sessizdi,
kuğuların tüylerine bakmıştın, boyunlarına,
gözlerine.
bir an için bir tanesini
yakalamayı, öldürmeyi ve yemeyi
düşünmüştün,
ama pişirebileceğin bir 
ocağın bile yoktu.
yapamayacağını da biliyordun
zaten.
pek çok şey vardı
yapamadığın.
bu yüzden bir parkta
açlıktan ölmek üzereydin.

sonra sesleri duymuştun, üzerinde 
yazlık bir elbiseyle bir genç kız, yanında 
erkek arkadaşı vardı ve
gülüyorlardı.

onlara bakmış ve ölü
kılmıştın onları ,
mezara sokmuştun,
kemikleri görmüştün,
kafataslarını.
sonra çimden kalkıp
onları kuğularla baş başa
bırakmıştın.

çıkmıştın parktan,
bulvardaydın,
yürümeye başlamıştın,
yürümek anlamlı geliyordu
ve fena bir gün
sayılmazdı,
bir gün daha,
kaldırımda yürünen,
dünya yan yatmış
zihninde-
beyaz bir ışık
patlaması.
yalnız olmanın 
muhteşem
bir mucize
olduğuna karar vermiştin.
başka hiçbir şeyin
anlamı yoktu.


- (  İlham Perisine Oynamak  ; S: 45 / 46  )

SON

cenaze arabası kafası kesiklerle, kayıplarla, yaşayan
kaçıklarla dolu olarak odanın içinden geçiyor.
sinekler insanın üstüne tutkal gibi yapışıyor.
kanatlarını
kaldıramıyorlar.
yaşlı bir kadının kedisini süpürgeyle
dövüşünü izliyorum.
sıcak dayanılır gibi değil,
tanrının
pis bir numarası.
tuvaletin suyu
buharlaşmış
telefon sessiz
çalıyor,
küçük esnek kol çanın üstünde
titreşiyor.
bisiklete binmiş bir çocuk
görüyorum,
jant telleri
çöküyor,
lastikler yılana dönüşüp
eriyorlar.
gazete fırın sıcaklığında,
sokaklarda insanlar birbirlerini
nedensiz öldürüyorlar.
en kötü adamlar en iyi işlere sahipken
en iyi adamlar en kötü işlerde çalışıyorlar ya da
işsizler ya da
akıl hastanelerine kapatılmışlar.
4 konserve kutusu yiyeceğim kaldı.
klimalı birlikler evden eve
odadan odaya gidip
insanları tutukluyor, vuruyor,
süngülüyorlar.
biz bunu yaptık kendimize, bunu
hak ediyoruz.
açmaları gerekirken
açma zahmetine katlanmayan çiçeklerden farkımız yok
ve güneş beklenmeden
usanmış gibi,
güneş bizden umudunu kesmiş bir
beyin sanki.
arka balkona çıkıp
ölü bitkilerden oluşan denize bakıyorum,
yeni dikenler ve dallar titreşiyor
esintisiz gökyüzünde.
bir şekilde seviniyorum tükenmiş
olmamıza-
sanat eserleri,
savaşlar,
çürümeye yüz tutmuş aşklar,
her günü yaşayış biçimimiz,
birlikler buraya ulaştığında
ne yapacakları umurumda değil,
yataktan kalktığımız her gün
kendimizi öldürdük zaten.
mutfağa dönüp
yumuşak bir konserve kutusundan
biraz kıyma boşaltıyorum, neredeyse
pişmiş,
oturup
yiyorum, tırnaklarımı
seyrediyorum,
kulaklarımın arkasından
ter damlıyor ve
sokaklardan silah sesleri geliyor,
çiğniyor ve merak etmeden
bekliyorum.


- ( Günler Tepelerden Aşağı Koşan Vahşi Atlar Misali ; S: 185 /  186 / 187 )

21 Ekim 2017 Cumartesi

EN İYİ DOSTUM

pansiyon farelerinin marş müziği eşliğinde
sürüklerken
mukavva bavulumu
ya çok sıcak olurdu hava
ya da dondurucu soğuk

ya hatunlar
dolar savaşçılarına aşıktılar
ve ben eyalet eyalet
dolanıyordum mukavva bavulumla
Teksas, Arizona, Louisiana, Georgina,
Florida, Güney Carolina...

yemiştim kafayı
iptaldim
aşikar olana
yüzleşemiyor
kirli şiltelerin üstünde
cin içip
alkole alıştırıyordum
tahtakurularını

intihar planları yapıyor ve
çuvallıyordum,
üçüncü sınıf işlere girip
çıkmaya başladım ve
umursamayan ve benden daha zeki
birilerinin paramparça ettiği
hedeflerdi sanki
saatler

Tanrı'ya gidemezdim
beni kurtarması için
ama  Tanrım ne biçim
devirdim
şişeleri

hiçliğin nehrine akan
yüzlerce
şişe

ve içkinin kötülükleri üstüne
dilediğinizi söyleyebilirsiniz
ama onsuz hayatta katlanamazdım
sıçan gözlü ustabaşılarıma

tatil ve sigorta
ile yetinen
işçilere

köleliklerinin farkında
olmadan
kendilerini şanslı sayan
adamların
esaretine.

şişe
sadece şişe
ve şişeler sayesinde
katlanabildim
herşeye

gün boyunca
tekrar odama döneceğim
geceyi düşlerdim
ayakkabılar
çıkartılmış
karanlıkta
yatağa uzatılmış
şişenin kapağını açıp
o ilk yudumu almak

kokuşmuşluğu
çürümüşlüğü
üstümden atarak
bir sigara yakar,
duvarlara ve ayışığına
aşık,
bu pis oyunu içime çektikten sonra
uzağa üfler
ve şişeye uzanırdım
gene

zayıf değil
ama güçlü;

sıkı bir yudum alıp
şişeyi yere bırakarak

herkesin
olasılıkları
altetme
yöntemi
farklıdır.



- ( Bana Aşkını Getir ; S: 176 / 177 / 178 )

SERÇE GİBİ

hayat vermek için hayat almalısın,
ve elemimiz kısa ve kot düşerken
milyar-kanlı denizin üstüne,
boylu boyunca ölmüş çürümekte olan ve
çevrenin manzarasına karşı ayaklanan
beyaz bacaklı, beyaz karınlı yaratıklarla çevrelenmiş
tehlikeli biçimde içe dönük resiflerin yanından geçtim.
sevgili çocuğum, ben sana sadece serçenin
sana yaptığını yaptım; genç olmanın moda olduğu bir zamanda
yaşlıyım; gülmek moda olduğunda ben ağlarım.
sevmek daha az cesaret gerektirirken
senden nefret ettim.



- ( Günler Tepelerden Aşağı Koşan Vahşi Atlar Misali ; S: 14  )

PAMUK MAKARALARIYLA OYNAYAN KÜÇÜK BİR ÇOCUĞUN ELLERİ

   Düş kurmakla geçti ömrüm. Hayatımın anlamı buydu, evet, yalnızca buydu. Sahnemin dışındaki hiçbir şeye dönüp bakmadım. Hayatımda ki en büyük üzüntüler, gönlüme bakan pencereyi açıp oradaki bitip tükenmez kaynaşmayı seyrederek kendimi unutmamla eriyip gitti.

   Baştan beri sadece hayalci olmayı istedim. Yaşamaktan bahsedenleri yarım kulak dinledim. Olduğum yerde olmayana, asla olmadığım şeye ait oldum hep. Ne kadar değersiz olursa olsun, ben olmamak kaydıyla her şeyi şiirsel buldum. Ben, bir tek hiçlik’i sevdim. Düşünü bile kuramayacaklarımı arzuladım sadece. Hayat akıp gittiğini hissettirmeksizin, bana şöyle bir değip geçsin istedim.  Aşktan tek dileğim, uzak bir düş olarak kalmasıydı. Tamamen gerçek dışı olan gönlümdeki manzaralarda bile hep uzaklar cazip geldi, gittikçe silinerek neredeyse ufka dek uzanan su kemerlerinde, manzaranın geri kalanında olmayan bir düş dinginliği vardı; işte bu dinginliğin hatırına sevdim onları.

   Kendime bir düş dünyası kurma saplantısı hiç terk etmedi beni, öldüğüm güne kadar da sürecek. Çekmecelerimin dibine rengarenk makaralar ya da-içlerinde bazen çekmeceye sığmayacak kadar büyük bir atın ya da filin de olduğu- satranç taşları dizmiyorum artık, ama özlüyorum.. bugün düş evrenime, kışın şöminenin köşesinde ısınırcasına, iç dünyamda yaşayan capcanlı yaratıkları diziyorum keyfimce. İçimin derinlerinde yığınla dostum var benim, her biri kendine has, gerçek, sınırları gayet iyi çizilmiş ve hep yarım kalmış bir varlığa sahip.

   Kimi zorluklarla boğuşur bunların, kimi kendi köşesinde, renkli bohem hayatlar sürer. Ticari temsilci olanlar da var içlerinde, daha başkaları kendi köylerinde, kasabalarında yaşar; şehre inerler bazen; bir gün tesadüfen karşıma çıkarlar ve kanım kaynayarak, coşkuyla bağrıma basarım onları. Ve bütün bunları düşlerken, elimi kolumu sallayarak, yüksek sesle konuşarak odamda bir aşağı bir yukarı yürürken- derin bir sevinç dolar içime, tamama eririm, neşeyle zıplarım, gözlerim parlar, kollarımı kocaman açarım kucaklamak için dostlarımı ve elle tutulur, engin bir mutluluk duyarım.

   Hayır, hiçbir hüzün var olmamış şeylerin hüznü kadar işlemez insanın içine. Gerçek zamanda yaşanmış geçmişimi düşünürken, yol kenarına atılmış çocukluğumun cesedine ağlarken hissettiklerim…Bu bile düşlerimdeki mütevazı yaratıkların gerçek olmadığını düşününce bastıran acıya, ağlarken kapıldığım heyecana yetişemez; hatta figüranlara, sahte varlığımla düşlerimde yürürken bir köşe başında ya da hayalimde bin kez inip çıktığım o dar sokaklardan birinde, bir kapı önünde, tesadüfen, bir kerecik gözümün iliştiği insanlara bile içim yanar.

   Bu yaratıklara can vermenin, ayağa kaldırmanın imkansızlığının verdiği üzüntü, düş dostlarımın, bilincimdeki yerlerinden bağımsız olarak, gerçekten var olabileceklerini bir uzama ait olmadıklarını düşününce, işte en çok o zaman Tanrı’ya karşı hınca dönüşür, kurmaca hayatımda neler yaşamışızdır o dostlarımla, hayali kafelerde ne renkli sohbetler etmişizdir.

   Benim dışımda, zerrece var olmamış, ne biçim ölü bir geçmiştir bu içimde taşıdığım. Yalnızca gönlümde gerçek olmuş, küçük köy evinin bahçesindeki çiçekler. O düş çiftlikle sebze bahçeleri, çam ormanları. Düşsel yazlıklar,  hiçbir yerde var olmamış kırlarda gezmeler. Yol kıyılarında ağaçlar, patikalar, çakıl taşları, gelip geçen köylüler….Baştan beri birer birer düştü hepsi, belleğime kazınmış bunca şey sahte bir acı doğuruyor- ben ise, saatlerimi düşlere verdikten sonra, onları düşlediğimi hatırlamakla da saatler geçiriyorum; ve gerçek, melankolik bir üzüntü duyuyorum, gerçek bir geçmişe ağlıyorum ve ciddiyetle, tabutta yatan ölü bir gerçek hayatı seyrediyorum.

Tamamen iç dünyama ait olmayan hayatlar ve  manzaralar da var. Karşısında saatler geçirdiğim, sanat değeri düşük tabloların ya da bazı renkli taş baskıların gerçeğin ötesine geçtiği bile oldu gözümde. Böyle durumlarda daha farklı, daha hüzünlü, daha yakıcı olurdu hislerim. Gördüğüm yerler gerçek olsun ya da olmasın, oralarda bulunamadığıma yanardım. Hiç olmazsa, küçücükken uyuduğum odada asılı duran o küçük gravürde, mehtabın altında uzanan ormanın kıyısına fazladan bir figür olarak çizselermiş beni. Nehir kıyısındaki o ormanda, ölümsüz ay ışığının altında durduğumu, gözlerden uzakta, bir söğüdün eğik dallarının altından kayığıyla süzülen  adama baktığımı düşleyebilseydim. O an, doludizgin düşlere kapılmamak acı verirdi. Çektiğim özlemin yüzü başka olur, umutsuzluğum ellerini başka türlü uzatırdı. Beni işkencelerle kıvrandıran imkansızlığın altında yatan sıkıntı ise farklıydı. Demek hiç birinin ne Tanrı katında bir anlamı vardı, ne de arzularımızın mantığına uygun bir şekilde gerçekleşme olasılığı- bilmediğim bir yerde- üzüntülerimi ve düşlerimi yöneten mekanizmayla aynı özden, dikey bir zamanın içinde. Demek benim için bile yoktu, hiçbir yerde yoktu düşlerimdeki cennet. Düşlediğim dostlarıma, yarattığım sokaklara asla kavuşamayacaktım demek, kendime verdiğim o köy evinde, sabahları o kargaşanın içinde, horozların ve tavukların gıdıklamaları arasında uyanamayacaktım… üstelik her şeyin Tanrı’nın eliyle kusursuzca ayarlanmış, hepsinin var olması için mükemmel bir düzenin kurulmuş olmasına, onlara sahip olabileceğim bir şekle sokulmuş olmalarına rağmen- oysa kendi düşlerim, bu eksiksiz düzene ve şekle ancak, bu zavallı gerçekleri barındıran içimdeki uzamın var olmayan bir boyutunda ulaşabilirdi.


Şu yazdığım kağıttan başımı kaldırıyorum… Vakit henüz erken. Daha yeni öğle olmuş, günlerden Pazar. Yaşamanın verdiği mutsuzluk, bilinçli olma hastalığı bedenimin tüm zerrelerine işliyor, beni bunaltıyor. Huzursuz ruhlar için adacıklar, herkesin keşfedemeyeceği, düşlerine hapsolmuş ruhlara özel, kocamış ağaçlarla çevrili yollar olsa.. Ne zor iş, yaşamaya, az da olsa kıpırdanmaya mecbur olduğumu bilmek, hayatta benim dışımda, benim kadar gerçek başka insanların olduğu gerçeğinin üzerime gelmesine ses çıkaramamak. Mecburen oturmuş, ruhum muhtaç diye, bunca şeyi yazıyorum- ve bunu bile yalnızca düşlemekle, kelimelere, bilince başvurmadan, silikleşmiş, ezgili yeni bir ben yaratarak ifade etmekle yetinemiyorum, oysa içimdekileri gerçekten dillendirdiğimi hissedebilsem gözlerim dolardı, kendi benliğimin yamaçlarından usulca, büyülü bir ırmak gibi akardım, bilinçdışına, Tanrı dışında hiçbir anlamı olmayan uzaklara doğru.



7 Ekim 2017 Cumartesi

SERİN SERİN ESEN BİR DELİ RÜZGAR

bütün suçu babama yüklememeliydim, ama,
çiğ ve anlamsız nefretle
ilk o tanıştırdı beni.
bu konuda üstüne yoktu: herhangi bir şey ve her şey
nefretini kabartmaya yeterdi
ve onu rahatsız eden şeylerin başında
ben geliyordum.
korkmuyordum ondan
ama öfkesi yüreğimi dağlıyordu
çünkü o yaşta dünyamdı benim
ve korkunç bir dünyaydı bu, ama bütün suçu
babama yüklememeliydim çünkü orayı...evi...terk ettiğimde
kopyaları her yerde karşıma çıktı: babam bütünün küçük bir
parçasıydı
sadece, ama tanıdığım insanlar içinde kimse nefret duymada
eline su dökemezdi.
başka ustalar da tanıdım ama: kimi ustabaşılar, kimi berduşlar,
birlikte olduğum kadınların çoğu da iyiydiler
nefret duyma işinde-sesimi, tavırlarımı, varlığımı
bahane edip beni suçladılar başarısızlıkları için,
beni memnuniyetsizliklerinin hedefi yapıp onları
başarısız geçmişlerinden çekip çıkartmadığım için
suçladılar; benim de kendime göre sorunlarım olduğunu
idrak etmeksizin-sorunlarımın çoğu onlarla birlikteliğimden
kaynaklanıyordu.

uysal adamım ben, kolaylıkla nedensiz mutlu, hatta aptalca
mutlu edebilirim ve tek başıma bırakılmaktan
genellikle hoşnutumdur.

ama o denli sık ve uzun zamandır birlikteyim ki
bu nefretle,
tek özgürlüğüm, tek huzurum onlardan uzak
olmak ve başka yerde olduğumda, neresi olursa olsun-
kahve servisi yapan şişman ve yaşlı bir kadın garson onlara kıyasla
serin serin esen bir deli rüzgardır.


- ( Bana Aşkını Getir ; S: 108 / 109 )

4 Eylül 2017 Pazartesi

HAVA KAPALI

İspanyollar biliyorlardı cevabı, Yunanlılar
da, ama
siğil içindeki babaannemin
kafası karışıktı.

Galileo tahmin etmenin ötesine geçti, peki ya
Salisbury?

kıyametin parlaklığı herkesin
pisliğidir
eşeklerden ve develerden hala
faydalanırken.

Cleopatra bayılırdı herhalde
Kanada pastırmasına ve
kimse söz etmiyor
Roma tepelerinden.

falsolu top falsoyu alıyor
ve en fazla stoğu yapılan dondurma
vanilyadır.

600.000 insan öldü Leningrad
kuşatmasında
ve işte Shostakovich'in Yedinci
Senfonisi.

bu gece silah sesleri geldi
dışarıdan
ve ben oturup yağlı parmaklarımla
alnımı ovdum.

saraylar, saraylar,
ve pencereleri iğrenç
kara okyanuslar.

iki nokta arasındaki en kısa
mesafe
çekilmezdir
genellikle.

kim soktu elmayı
domuzun
ağzına?
gözlerini çıkarıp
kim pişirdi onu
böyle?
Cassiodurus mu?
Cato mu?

Mayıs pilotları
gömülü kemik köpekleri
lokum gibi öpüşler
sesin ödlek sahtekarlığı
ayaktaki
raptiye.

Virgina sülün gibi.
Madalaine döndü.
Tina kendini cine verdi.
Becky telefonda.
cevap
verme.

dolapta görüyorum seni.
karanlıkta görüyorum.
ölü görüyorum.
Santa Monica kara yolunda giden
bir kamyonetin arkasında
görüyorum.

yağmurda olunacak en iyi yer
yağmurun altıdır,
sabahın bir buçuğunda
yağmurun altında bir çiftlik evine doğru
yürüyorsun,
üst pencerelerden birinde tek bir ışık
var.
ışıklar söner.
bir köpek havlar.

düşün tahlilini
en iyi gören
yapar.
salyangoz yuvasına doğru sürünür.
battaniyenin altındaki ayak parmakları
dünyanın en güzel manzaralarından
biridir.

donmuş ateştir
tahta.

elim elimdir.
elim elindir.

cesaretin
lacivert
dalgası.

Turgenev
Turgenev

bulutlar bana doğru
ilerliyor.

güvercin
adımı
söyler.



- ( Gülün Gölgesinde ; S: 132 / 133 / 134 / 135  )

GENÇTİM NEW ORLEANS'DA

açlıktan ölüyor, zamanımı barlarda geçiriyordum,
ve yürüyordum geceleri,
saatlerce,
ayışığı yapaymış gibi gelirdi
bana, öyleydi belki de,
ve Fransız Kesimi'nde geçen faytonları
seyrederdim, üstü açık arabada
herkes dimdik, zenci sürücü ve
arkada bir kadınla bir erkek,
genellikle genç ve beyaz.
ben beyazdım hep.
ve dünyanın beni mest ettiği
söylenemezdi.
gizlenecek bir yerdi
New Orleans.
hayatımı rahatsız edilmeden
boşa harcayabilirdim
sıçanları saymazsak.
küçük ve karanlık odamdaki
sıçanlar hiç memnun kalmazlardı
odayı benimle paylaşmaktan.
iri ve korkusuzdular
göz kırpmayan
bir ölümden söz ederdi
bana diktikleri
gözleri.

kadınlar menzilimin dışındaydılar.
bir zavallı görüyorlardı
bana baktıklarında.
benden biraz daha yaşlı
bir garson vardı, kahvemi
getirdiğinde hafifçe gülümser,
masamda oyalanırdı.
bu bana yeterdi, yeter de
artardı.

o kentle ilgili bir şey
vardı ama: başkalarının
bu kadar ihtiyaç duyduğu
şeylere bu kadar kayıtsız olduğum
için suçlu hissettirmedi
kendimi bana.
rahat bıraktı.

ışıkları söndürür
yatağıma otururdum ve
dışarıdaki sesleri dinleyerek
şişemi kaldırır
üzümün sıcaklığının içime teneffüs
etmesine izin verirken
sıçanları yeğlerdim
insanlara.

kaybolmak,
delirmek,
o kadar da kötü
değildir
öyleysen:
kayıtsız.

New Orleans bu fırsatı tanıdı
bana.
kimse adımla seslenmedi
bana orada.
telefon yoktu,
iş yoktu,
hiçbir şey
yoktu.

ben
fareler
ve gençliğim,
bir zamanlar
hiçliğin içinde bile
yapılacak değil
sadece bilinecek bir şeyin
kutlanışı olduğunu
biliyordum.


- ( Gülün Gölgesinde ; S: 124/ 125 / 126  )

10 Haziran 2017 Cumartesi

AKŞAMDAN KALMA

dünyada benim kadar akşamdan kalmalık yaşamış
bir kişi daha olduğunu sanmıyorum
ve henüz öldürmediler beni
ama o sabahların
bazıları
ölümden beterdi.

bildiğiniz gibi, en kötüsü fosur fosur sigara
içip hap atarken boş mide ile
içmektir.

ve akşamdan kalmalığın en kötü biçimi
arabanızda ya da yabancı bir odada
ya da kodeste uyanmaktır.

uyanıp
bir gece önce korkunç bir şey
yaptığını hatırlar ama
ne olduğunu
hatırlayamazsınız.

ve mutlaka bir arıza söz
konusudur -bazı organlarınız
zedelenmiştir, paranız ve/veya varsa
muhtemelen ve sık sık
arabanız kayıptır.

ve varsa kız arkadaşınızı ararsınız
ve telefonu yüzünüze kapatması kuvvetle
muhtemeldir.
ya da o an yanınızda ise, köpüren
öfkesini hissedersiniz.

ayyaşlar asla bağışlanmaz.

ama ayyaşlar kendilerini bağışlar
çünkü tekrar içmeye
ihtiyaçları vardır.

on yıllardan beri içen biri
olmak korkunç dayanıklılık
ister.

içki arkadaşların
içkiden ölmüşlerdir.
kendinden defalarca hastaneye
düşmüşsündür ve "bir içki daha
içersen ölürsün," şeklinde uyarılmış
ama ondan da birden fazla içerek
yırtmışsındır.

yaş olarak
bir asrın dörtte üçüne
yaklaşırken
sarhoş olabilmek için
daha fazla içkiye ihtiyaç
duyarsın.
ve akşamdan kalmaların daha kötüdür,
kendine gelme süresi
daha uzun.

ve olağanüstü aptalca olan şey
şu ki
yaptıklarından
ve hala yapıyor olmaktan
pişmanlık
duymazsın.

bunu en kötü akşamdan kalmalıklarımdan birinin
boyunduruğunda yazıyorum
ve aşağıda
çeşit çeşit içki var.

canavarca
harikuladeydi
her şey,
bu deli ırmak,
bu deşici
yağmalayıcı
delilik,
allah bunu benden başka kimsenin
başına vermesin,
amin.


- ( Gülün Gölgesinde ; S: 112 / 113 / 114  )

MOLA VERMEK

zorunludur yoksa duvarlar üstünüze
yığılır.
her şeyden vazgeçebilmelisin, fırlatıp atabilmelisin,
her şeyi.
kişisel çıkar
gözetmeksizin ve
yardım kabul etmeksizin
baktığına bakmayı
düşündüğünü düşünmeyi
yaptığını yapmayı
ya da yapmadığını yapmamayı
öğrenmelisin.

çabalamaktan
yorgun insanlar.
ortak alışkanlıklara
sığınıyorlar.
kaygıları
sürü kaygıları.

çok az insan
eski bir ayakkabıya on dakika bakabilir
ya da kapı tokmağını kimin icat
ettiğini merak eder.
cansızlaşırlar
çünkü
mola vermeyi
kendilerini çözmeyi
kaprislerini bir kenara bırakmayı
görmemeyi
duymamayı
öğrenmemeyi
yuvarlanıp tertemiz sıyrılmayı
beceremezler.

yapay kahkahalarını duyar duymaz
uzaklaşın onlardan.



- ( Gülün Gölgesinde ; S: 103 / 104 )

SON TABURE

sürekli tezgahın tahtasını, damarları,
çizikleri, sigara yanıklarını
inceliyordum.
orada bir şey vardı
ve ben ne olduğunu tam olarak çözemiyordum,
bu da devam etmemi sağlıyordu.

bir başka tuhaflık
bardağı sarmış
elimi seyretmekti.
bardağı sarmış bir elde
insanı usulca büyüleyen
bir şey vardır.

ve bu, elbette:
bütün sarhoşlar yapar:
buzlu suda beklemiş
bira şişesinin ıslak etiketini
baş parmağının tırnağı ile soyarsın.

sigara içmek de iyi bir
gösteridir, özellikle sabah güneşinde
jakuziyi arkana almışsan,
duman kıvrılıp
şekilden şekile girer.
insana huzur duygusu
verir bu,
hele bir de
müzik dolabında
favori parçalarınızdan
biri çalıyorsa.
ve barmen biraz yaşlı
ve yorgun ve
bilge ise
nerede olduğunu, ne
yaptığını bilmek güzeldir -
bardak yıkar, tezgaha yaslanır
ya da çarktırmadan bir tek
atar
ya da başka bir şey
yapardı
ama onun bir parçasını görmek,
beyaz gömleğinin farkında
olmak önemliydi.

bir de dışardali trafiğin sesini
dinlerdin,
her geçen arabayı.
isteyerek değil, farkında
olmadan.
yağmur yağmış, farkında
olmadan.
yağmur yağmış ve
ıslak asfaltta lastiklerin vızıltısını
duyabiliyorsan daha da
iyiydi.

gizlenecek en iyi yerdi
bar.
zaman senin denetimine
giriyordu, içinde yüzmek için
zaman, harcamak için
zaman.
ne guruya ihtiyaç vardı
ne de tanrıya.
kendinden
başka bir şey ummaz,
umulmayana
bir şey yitirmezdin.


- ( Gülün Gölgesinde ; S: 98/ 99 / 100 )

4 Haziran 2017 Pazar

TRAŞ OLURKEN YÜZÜMÜ KESTİM

hiçbir zaman olması gerektiği gibi değil, dedi, insanlar,
müziğin sesi, sözcüklerin
yazılışı.
hiçbir zaman olması gerektiği gibi değil, dedi, bütün
bize öğretilenler, peşinden koştuğumuz aşklar,
öldüğümüz bütün ölümler, yaşadığımız
bütün hayatlar,
hiçbir zaman olması gerektiği gibi değiller,
yakın bile değiller.
birbiri arkasından yaşadığımız
bu hayatlar,
tarih olarak yığılmış,
türlerin israfı,
ışığın ve yolun tıkanması,
olması gerektiği gibi değil,
hiç değil,
dedi.

bilmiyor muyum? diye
cevap verdim.

uzaklaştım aynadan.
sabahtı, öğlendi,
akşamdı,

hiçbir şey değişmiyordu
her şey yerli yerindeydi.
bir şey patladı, bir şey kırıldı,
bir şey kaldı.

merdivenlerden inip içine
daldım.

- ( Gülün Gölgesinde ; S: 93 / 94 )

1 Mayıs 2017 Pazartesi

ZAMAN ZAMAN

bazen hala düşünüyorum son noktayı koymayı; havagazı,
19. kat penceresi, bir saatte dört şişe viski
ya da saatte 130'la betona dalmak.

intiharı ilk düşündüğümde 13 yaşındaydım ve
başarısızlıklarla dolu hayatımda
o günden beridir benimle: bazen öylesine
geçirirdim aklımdan, küçük
provalar,
ama bazen de deli gibi
isterdim kendimi öldürmeyi.

ama, şimdi, tamamen delice olmuyor artık, sinemaya
gitmekle yeni bir çift ayakkabı almak arasında 
seçim yapmak gibi bir şey
daha çok.
hatta yıllar geçtikçe
intihar düşüncesi kaybolur
neredeyse.
sonra,
birden,
canlanır:
hey, güzelim, bir kez daha
deneyelim, gibisinden.

geldiğinde kendini
hissettirir,
beyinde değil o kadar (eskiden olduğu
gibi) ama tuhaftır, garip yerlerde,
ensende mesela, ya da çenenin altında
bir noktada,
ya da üstünde kazak varmışçasına
kollarında...
eskiden midemde hissederdim, şimdi 
kurdeşen
dökmek gibi.

radyoyu açmış arabamda güzel güzel giderken
üstüme sıçrar bazen,
etrafımdakilerin yaptığı delilikleri
cesaretimi yordukları
o eski günleri hatırlayıp
gülümserim...

çocukların oyun oynadıkları yerlerde
yavaşlayıp son derece dikkatli geçerek
yabancı mahallelerin
yabancı sokaklarında
bir aşağı bir yukarı
birkaç saat araba sürdüğüm olur.

sonra park edip
bir kafeye girer,
kahve içerim.
saçma sapan ve sıkıcı şeylerden
söz eden insan seslerini dinlerim.

arabama dönüp yola çıktığımda
her şey birden 
hafifler:
hepimiz aynı dünyada yaşıyoruz:
gaz faturamı ödemeliyim, yeni
bir okuma gözlüğüne ihtiyacım var, bir de
yeni lastiğe,
sol arka,
ve galiba bir süreden beridir
komşunun çöp bidonunu
kullanıyorum.

iyidir normale dönmek ve
garajıma girerken
iri beyaz bir ay gülümser bana
akşamın ön camından.

frene basar, arabadan inerim, kapımı
kapatırım, yüzyılların yalnızlığı,
mutluluğu ve dengesi bana kapıya kadar
eşlik eder,
sonra anahtarı kilide sokar,
kapıyı açar,
kaçınılmazdan bir kez daha kaçmayı başarmış biri olarak
içeri girer, şişeyi almak için
dolaba gider ve
bunu 
ya da
kutlanacak ne varsa
yoksa
olacaksa
olmayacaksa
onu kutlamak için
içmeye başlarım,
şimdi yaptığım
gibi.



- ( Gülün Gölgesinde ; S: 42 / 43 / 44 ) 

YABANCILAR

inanmayacaksınız ama
hayatlarını ihtilafsız
ve endişesiz
geçiren insanlar
var.
iyi giyinirler, iyi
yerler, iyi uyurlar.
aile hayatı yaşamaktan
memnundurlar.
arada sırada
üzücü şeyler gelir
başlarına
ama fazla etkilenmezler
çok iyi hissederler kendilerini
genellikle.
ve öldüklerinde
kolay ölürler,
genellikle
uykuda.

inanmayacaksınız
ama
var
böyle insanlar
ama ben onlardan
değilim.
ah, hayır, onlardan biri
değilim.
onlardan biri olmaya
yakın bile
değilim

ama onlar
orada

ben ise
burada.


- ( Gülün Gölgesinde ; S: 24  / 25 )

DOSTUM, BUDA

masamın üzerinde duran bu Buda'yı yıkamalıyım-
toz ve kir içinde,
daha çok göğsünde ve göbeğinde; birlikte göğüs
gerdiğimiz o uzun geceler; ıvır zıvır ve
dehşete dayandık; en olmayacak
zamanlarda
güldük
katıla katıla- şimdi
en azından ıslak bir bezle
silinmeyi hakediyor; gerçekten korkunçtu
o gecelerin bazıları, ama sessiz ve
iyi refakatçiydi Buda; doğrudan
bana bakmaz hiç bir zaman
ama sürekli gülümser- şu boktan
varoluşa
gülüyor. yok yapacak bir şey.

"neden sileceksin ki beni?" diye soruyor, "yine
kirleneceğim nasıl olsa."
"aklı başında bir aptal gibi davranmaya çalışıyorum
burda," diyorum.
"şarabını iç," diye karşılık veriyor, "en iyi
yaptığın şey."
"ya sen," diyorum, "senin en iyi
yaptığın şey ne?"
dönüyor: "sana bakmakta nerdeyse
hayli ustalaştım."

sonra susuyor,
püsküllü tesbih var
elinde.

nasıl girdi
buraya?

- ( Gülün Gölgesinde ; S: 17  / 18 / 19 )

SEN BİLİYORSUN VE BEN BİLİYORUM VE ONLAR BİLİYOR

sarı perdeler yırtılı
çılgın gözlü kedi sıçrar
yaşlı barmen tezgaha yaslanır
sinekkuşu uyurken

sen biliyorsun ve ben biliyorum ve onlar biliyor

tanklar yapay savaş alanlarında eğitim yapar
lastikler otobanda vızıldar
ucuz burbonla sarhoş cüce odasında bir başına ağlar
çim ve ağaçlar seni seyreder
okyanus devasa ve hakiki yaratıklar barındırırken

sen biliyorsun ve ben biliyorum ve onlar biliyor

yatağın altındaki bir çift terliğin hüznünü ve zaferini
kanınla dans eden yüreğinin balesini
bir gün aynalarından nefret edecek aşk kızlarını
mesaide vardiyayı
iğrenç bir salata ile geçiştirilen öğle yemeğini

sen biliyorsun ve ben biliyorum ve onlar biliyor

bildiğimiz şekliyle ölüm
berbat bir numara sanki o kadar acıdan sonra

sen biliyorsun ve ben biliyorum ve onlar biliyor

durup dururken gelen ani mutluluk duygusunu
olanaksızlığın ortasından yükselen bir şahin ay gibi

sen biliyorsun ve ben biliyorum ve onlar biliyor

büyük sevinçlerin şaşı deliliği
sonunda aldatılmadığımızı biliyoruz artık

sen biliyorsun ve ben biliyorum ve onlar biliyor

ellerimize ayaklarımıza hayatlarımıza yollarımıza bakarken
uyuyan sinekkuşu
katledilmiş ölü ordular
baktığında seni yutan güneş

sen biliyorsun ve ben biliyorum ve onlar biliyor ki

ölümü yeneceğiz.



- ( Kapalı Bir Kapıdır Cehennem ; S: 193  / 194 )


5 Mart 2017 Pazar

KATILA KATILA GÜLÜNESİ

iyi olurdu buradan
ayrılmak,
gitmek artık,
nalları dikmek, bütün anıları
terk etmek
filan,
ama kalmanın da
bir tadı var:
kendilerini
afet
sanıp
şimdi kirli dairelerinde
sabırsızlıkla melodram dizisinin
başlamasını bekleyen
bütün o yavrular,
ve bütün o delikanlılar,
Yıllık'larda
pürüssüz ciltleriyle
bir gün
önemli biri
olacaklarından emin emin
sırıtan,
şimdi polis onlar, daktilograf,
sosisli sandviç satıcısı,
tımarcı,
toz
zerrecikleri.
kalıp
diğerlerinin
ne olduklarını
görmek
güzel -yalnız
banyoya girdiğinde
aynayı es geç
ve sifonu çektiğinde
arkana bakma.


- ( Kapalı Bir Kapıdır Cehennem ; S: 170  / 171 )


15 Ocak 2017 Pazar

KAFESTE GEZİNTİ

rutubetli saatlerde isteksiz varsayımlar, babanın
gölgesinde hapsolmuş.
kafe kaldrımları kasvet verici
gündüzleri.

kedim bana bakıyor ve ne olduğumdan
emin değil, bende onun hakkında aynı
hissi taşıyor olmaktan
memnunum...

ve yazarların hiçbiri kalıcı olamadı.

bazen tuhaf bir pınar akar
bir yerlerde.

bazen
akmaz...

ilkokul beni bekleyen cehennemin ilk
habercisiydi:
annem babam denli korkunç başka
insanlarla tanışma.

aklımın köşesinden
geçmezdi...

Askerlik dersinden Silah Komutları yarışmasını
kazandığımda
umurumda bile değildi
kazanmak.
hiçbir şey fazla ilgimi çekmiyordu, kız peşinde
koşmak bile: sarfettiğin çabaya
değmiyordu.

geceleri uyumadan önce ne yapacağımı
düşünürdüm, ne olacağımı:
banka soyguncusu, ayyaş, dilenci,
geri zekalı, vasıfsız işçi.

geri zekalı ve vasıfsız işçide karar kıldım, diğer seçeneklerden
çok daha kolay görünmüştü.

açlıktan ölmek üzere olmanın en iyi yanı
sonunda yediğin zaman
son derece harikulade, leziz ve
sihirli bir şey olması.

hayatları boyunca günde üç öğünü
sektirmeyenler
yemek yemenin ne olduğunu
gerçekten bilemezler...

yazarlara dönersek: çoğunun birlikte
yüzdüklerini öğrendim.
okullar, vakıflar, burslar,
teoriler.
gruplar halinde toplanıp
kapışıyorlardı.
siyaseti vardı edebiyatın.
oyunlar oynanıyor
kinler besleniyordu.

oysa yazarlığın çok yalnız bir meslek
olduğunu düşünürdüm.

hala da öyle olduğunu düşünüyorum...

hayvanların
Cennet ya da Cehennem
kaygıları yoktur.

benim
de.

belki bu yüzden iyi
anlaşıyoruz...

yalnız insanlar ziyaretime geldiklerinde
çok geçmeden
başkalarının onları neden yalnız bıraktıklarını
anlıyorum.

ve benim nimet duygusu ile
karşılaşacağım şey

onlar için
dehşet...

zavallı Celine.
tek kitap yazdı.
diğerlerini unutun.
Voyage au bout de la nuit.
kitabı bitirdiğinde
o da bitmişti.
asla eskisi gibi olamadı
bir seksekti ondan sonra
bir saklambaç
ihtimal sisinde oynanan
dokuz kuka...

çok tuhaf bir ülke
Amerika Birleşik Devletleri: 1970 yılında
doruğa çıktı
ve ondan sonra her yıl için
üç yıl geriye gitti,
şu anda
1989'da,
aslında
1930'dayız.

korku gösterisi seyretmek için
sinemaya gitmek
gerekmez.
yazılarımı postaladığım postanenin
yakınında bir akıl hastanesi var.

arabamı asla postanenin önüne park etmem,
akıl hastanesinin önüne park edip
yürürüm.

hastanenin önünden geçerim.

daha az deli olanların
balkona çıkmasına izin
verirler.
güvercinler gibi otururlar
orada.

kardeşlik bağ var
aramızda.
ama onlarla oturmam.

postaneye gidip zarflarımı
ekspres kutusuna atarım.

ne yaptığını bilen biri olduğum
varsayılıyor.

dönüşte
hem bakarım onlara
hem bakmam.

arabama binip
gazlarım.

araba kullanmama izin
var.

evime kadar sürerim
arabamı.

aklımdan
ben ne yapıyorum? diye geçirerek
garaja girerim.

arabamdan inerim
ve beş kedimden biri
yanıma gelir, çok güzel
bir herif.

uzanıp dokunurum
ona.

keyfim yerine gelir.

ne olmam gerekiyorsa
oyum.

- ( Kapalı Bir Kapıdır Cehennem ; S: 159  / 160 / 161 / 162 / 163 / 164 )



)

8 Ocak 2017 Pazar

KIVILCIM

çalışan bir ceset olarak onlara verdiğim yıllara,
saatlere, dakikalara hep içerlerdim, başımı ağrıtırdı,
içimi ağrıtırdı -yıllarımın
bu şekilde katledilmesini anlayamıyordum
ama mesai arkadaşlarım
hiç şikayet etmiyorlardı, bazıları çok memnun
görünüyorlardı hatta, ve onları öyle görmek yaptığım
iş kadar aptal ve deli kılıyordu beni.

işçiler boyun eğiyorlardı.
iş öyle balyozluyordu ki onları
düşünemiyorlardı, kelepçenip
fırlatılmışlardı.

intiharı düşündüm.
boş saatlerimde bir başıma içtim.

olabilecek en kötü kadın türü ile
birlikte oldum, işin öldüremediğini
onlar öldürdüler.

biliyordum öldüğümü.
içimde bir ses, hadi, öl, uyu, onlar
gibi ol, kabullen
dedi.

sonra içimde bir başka ses, hayır, minicik bir
parça sakla,
dedi.
fazla büyük olması gerekmez, bir kıvılcım.
bir kıvılcım orman
yakar.
bir kıvılcım yeter.
sakla.

sanırım sakladım.
iyi ki saklamışım.
ne şans
ama.

- ( Kapalı Bir Kapıdır Cehennem ; S: 151  / 152 )










İLK NEFESLE PARAMPARÇA

tırabzan parıldarken
erken sabah güneşinde
tükeniyor günler

düşlerimizde bile
rahat yok.

kırık anları yapıştırmaktan
başka bir şey gelmiyor
elden.

varolmak bile
bir zaferse
şüphe edilmez
talihin inceldiğinden

ölüme götüren
ince bir kan sızıntısından daha ince.

hüzünlü bir şarkıdır hayat:
çok fazla ses
duyduk
çok fazla yüz
çok fazla vücut
gördük
ve en kötüleri yüzlerdi:
kimsenin anlayamadığı iğrenç
bir şaka.

barbarca, manasız günlerin birikimi
kafatasında;
kuru bir portakaldır
gerçek.

plan yok
çıkış yok
tanrısallık yok
mutluluğun serçesi
yok.

hiçbir şeyle kıyaslayamayız
hayatı -kasvet
basar.

göreceli olarak,
cesaretten yana sıkıntımız
olmadı

ama, en iyi zamanlarda bile
olasılıklar düşük,
daha da kötüsü
sabitti.
ve daha da kötüsü:
biz hayatı boşa harcamamış
hayat bizim üstümüze boşa
harcanmıştı:

ışığa ve karanlığa
hapsolmuş
çıkarız
Rahim'den

yakalanmış ve uyuşmuş

ılıman kuşakta yalnız
aptal ıstırabımızda

şimdi

tırabzan parlarken
erken sabah güneşinde
tükeniyor günler

- ( Kapalı Bir Kapıdır Cehennem ; S: 144  / 145 / 146 )